Arşiv | Ağustos, 2010

>Ve Tarih Tekerrür Etti…

15 Ağu

>

Önceleri kumda oynayıp sadece duşa giriyordu (aynen geçen sene yaptığı gibi). Nihayet buraya geldikten 10 gün kadar sonra nasıl olduğunu bilemediğim bir şekilde denize girmeye ikna oldu (aynen geçen sene olduğu gibi). Şimdi de çıkaramıyoruz. Denizden ancak duşun altında durucaz diyerek çıkartabiliyoruz. Duşta kucağıma gelip yüzüme de su tutayım diyerek suyun altında dakikalarca duruyor. Duştan çıkartmamız ise her defasında olay oluyor (aynen geçen sene yaşadığımız gibi). Ağlamalar, zırlamalar, terliklerini fırlatıp atmalar… Sahildekiler ilk günlerde duştan her çıkışımızda niye ağlatıyorlar çocuğu der gibi bakarken, şimdilerde gülümseyerek seyredip üzerine bir de tebrik ediyorlar.
Havanın durumu malum, saat 17.00’den önce sahile inmemiz imkansız. Denizin en güzel saatleri de 19.00 gibi başlıyor. Önceleri doğal olarak sırayla denize giriyorduk, Selin’i kumda yalnız bırakmamak için. Selin de denize girmeye başlayınca denize birlikte girer olduk. Dün akşam da aile rekorumuzu kırdık. Saat 19.50 civarı hadi artık bugünlük bu kadar, eve gidelim diye toplanırken Selin geldi ve “denize giyeyim” dedi. Teklif gelince redder miyiz? Tabii ki hayır. Hemen kızım dedik hevesle. Biz dünden razıyız zaten. Selin suya girince birimizden duymuş olacak, “deniz yokum (lokum) gibi” deyiverdi. Tabii denizdekilerden bir kahkaha koptu:)
Velhasılı denize girdik, çıkamadık. Güneşi denizde batırdık. “Hoşçakay güneş, yayın göyüşüyüz” dedik. Duştan çıkmak, toparlanmak derken eve vardığımızda hava neredeyse kararmak üzereydi. Selin eve girerken “Baba bak yine kayanyık oodu, aydede geedi” dedi.
Selin denize girmeye başladığından beri günler daha eğlenceli ve çabuk geçiyor. Bir de şu isilik derdiyle uğraşmasaydık daha iyi olacaktı. Gerçi yavaş yavaş sönmeye ve azalmaya başladılar sanki. Bir haftadan sonra sırtındakiler geçti. Yüzündeki, gerdanındaki ve karnındakilerse gece uyurken kaşındığı için biraz daha geç iyileşecek gibi görünüyor. Bu durum peynir beyazı olmanın bedellerinden biridir ve maalesef benim şahsi tecrübelerimle sabittir:)

>Selin’in Kitaplığından…- 24

13 Ağu

>

BURUN. Aylarca en çok satan çocuk kitapları listesinde yer alan böyle popüler kitapları tanıtmak bir hayli zor. Üstelik yeni çıktığı dönemde bir çok yerde çok güzel tanıtım yazıları da çıkmışken. Peki bu durumda tanıtmaya gerek var mı? Evet. Çünkü her çocuk her kitabı başka türlü anlayabiliyor ve her ebeveyn çocuk kitaplarında başka şeyler bulabiliyor. Herkes biliyordur ama ben yine de Marsık Kitap’tan çıkan bu kitabı Yekta Kopan’ın yazdığını ve Şilili Alex Pelayo’nun çizdiğini belirtmekle başlayayım.
Selin’in ilk tepkisi resimlerine bakmak yerine kitabın hikayesini dinlemek oldu. Sanırım resimlere bakınca önce biraz kafası karıştı. Perspektif denen şeyden haberi yok ki çocuğun. Bir de üstelik aynen bu kitapta olduğu gibi ustalıkla oynanmışsa… İlk okumadan sonra “anne bii daa okuumusun?” sorusu en az 6 defa tekrarlandı ama bu sefer her okumada her sayfayı tek tek uzun uzun inceledi. Ali’nin kendi odasında burnunu aradığı sayfada “Anne bak, Ayi aşşada kaamış (Ali aşağıda kalmış)” dedi ve beni bitirdi. Ben perspektif kaygıları taşıyorum anlar mı acaba diye, kızım da tespitte bulunuyor resim üzerine, iyi mi? Sonra kitabı eline alıp kendisi okumaya başladı. “Bii gün bii sabah Ayi buununu kayıp etmiş. Oyaya bakmış, buyaya bakmış. Buyamamış. Annesine soomuş, babasına soomuş. Abyasına soomamış ama abyası göömedim demiş. Annanesi banyoya bak demiş. Ayi buununu ooda buumuş. Çok sebinmiş. Benim buunum buuda anne, suyatımın tam ootasında.” Bu esnada işaret parmağını burnuna götürüp kontrol etti, garantici ya:) “Yasasın! Hiç bi yeye gitmemiş.”
Bilmem kitap hakkında başka bir şey yazmama gerek var mı?:) Herkese keyifli okumalar…

>Bezden Kurtulma Hikayesi

9 Ağu

>

Tuvalet alışkanlığı kazandırma seanslarına Aralık sonu ufaktan ufaktan başlamıştım. Aslında aylar önce ben tuvaletteyken o da gelip lazımlığına oturuyor ama pantalonunu ve donunu indirtmiyordu. Mira, Yiğit ve Ege’nin bize geldiği bir sabah Mira’yı potette’in üzerinde oturur görünce her şey değişti. Arkadaşları gittikten kısa bir süre sonra altını değiştirmek istediğimde yatmadı ve doğruca lazımlığına gidip pantalonunu indirmeye çalıştı. Anladım ki heveslenmiş Meleğim. Uykudan kalkar kalkmaz hemen bezini çıkarttım ve uyku süreleri dışında bir daha bağlamadım. Takip eden bir kaç gün bol kaçırmalı alıştırma günleri olarak geçti. Sonrasında bir gün lazımlığa oturmayı reddedip tuvaleti gösterdi. Hemen o akşam gidip potette’ten aldım. Uzunca bir süre hep tuvalete oturdu. Sadece biz tuvaletteyken bizi kaldırmaya çalışmak yerine lazımlığın kapağını açıp pannesini -ki o dönemde Selince pantalon demekti :)- indirmeye uğraştı. Sonra lazımlığın ona nasıl bir özgürlük sunduğunu fark etti, potette’in yüzüne bile bakmadı. Tuvaleti biter bitmez ayağa kalkıyor ve donunu, pantalonunu tam olarak çekemediği için mecburi geyşa adımlarıyla bıdı bıdı evin içinde dolanmaya başlıyordu. Bahar gelince hem donunu hem de pantalonunu kendisi çıkarıp giyebildiği için evde ziyadesiyle “free” dolaştı. Havaların aşırı ısınmasıyla birlikte bu kısmi free olma durumu anadan doğma diyebileceğimiz tamamen free olma haline dönüştü:)
Bizim tuvalet meselemizin bu kadar uzamasının en önemli sebebi ara ara ciddi kesintilere uğramasıydı. Mesela evin alışverişini ben yaptığım için havanın soğuk olduğu günlerde evde babasıyla kalıyordu ve babası Selin’in bezi olmadığını işe dalıp ortalık perişan olduğunda hatırladığından evden çıkarken altını bağlayıp ya da bez don giydirip çıkmak zorunda kalıyordum. Yine de en son Nisan ayında İstanbul’a gidene kadar her şey gayet yolundaydı. Kakasını olmasa bile çişini söylüyordu ve çok az kaza yaşıyorduk. Yine gündüz ve gece uykularında uyku donu giydiriyordum tabii. Ama İstanbul’da Deniz’in altının temizlendiğini gördü bir kaç kere ve Ankara’ya döner dönmez tuvaletini söylemeyi kesti. Çok moralim bozuldu. Fazla da üstüne gidemedim, hassas konu diye. Ama bu süre uzamaya başlayınca kendimi tutamayıp fena halde kızdım. En yapılmaması gereken şey olduğunu biliyorum. Ben de insanım, bazen sabrım taşıveriyor işte. Neyse, bunun şokuyla 3-4 gün daha söylememeye devam etti. Sonra bir sabah yüzümüzü yıkamaya banyoya giderken kendisi lazımlığa oturmak istedi. Büyük tuvaletini genelde kahvaltıdan sonra veya akşam üzeri yaptığı için yakalayabilmek daha kolay olur diye düşünüyordum. Ama hiç öyle olmadı çünkü bu sefer uykudayken yapmaya başladı. Bu süre boyunca sabah kalktığında bez donu –biz ona uyku donu adını taktık, hep dolu oluyordu.
İki aydan fazladır, geceleri uykusunda büyüğünü yapmıyor. Artık bezsiz rahat rahat dışarıya çıkabiliyoruz. Dışarıda çişi, kakası geldiğinde hemen söylüyor hatta bazen canı sıkıldığında “çişim yok anne” deyip beni ayaklandırıyor, sonra da tuvalette beyaz balinanın şarkısının söyleyip “bitti galiba” diyor:) Uygun bir yerde değilsek ve potette’ini sokağa kurmak istersem “yannış yey anne!” diyerek ağlamaklı bir vaziyette itiraz ediyor ve uzun süre tutuyor. Son yirmi gündür bu duruma güvenerek gündüz uykusuna da normal donuyla yatırıyorum. Ayvalık’ta olduğumuzdan akşamları uyku donsuz yatırmaya hala cesaret edemiyorum çünkü sıcaktan bunalıyor ve kalkıp kalkıp su içiyor. Ama Ankara’ya döner dönmez normal donla yatırmaya başlayacağım.
Bu tuvalet işi biraz beni uğraştırmış gibi görünse de aslında tam da olması gerektiği gibi süregeldi ve artık nihayete erdi. Bu süreçte annelere naçizane tek bir tavsiyem olabilir: Sabırlı olun!

>Uzaktan Sevmek

6 Ağu

>

Her sabah olduğu gibi dün sabah da yine yunusların gösterisi aklına düştü, başladı anlatmaya. Yunuslar bitip morstan bahsederken “başını okşadık, sırtını sevdik” dedi. Ben de nazikçe öyle bir şey yapmadığımızı onları uzaktan, bakarak sevdiğimizi söyledim.
Akşam üzeri sahile indik. Kumda oynarken yanına gidip oturdum ve babasıyla denize gireceğimizi söyledim. Denize ısındırmaya çalışıyorum ya hani, çok sevdiği yunusların haber gönderdiğini, simidiyle denizde onları bekleyen çocuklara merhaba diyeceklerini söyledim. “Ben kumda oynucaaam, denize girmiceem” dedi. Ben de “balıklar da seni bekliyorlarmış” dedim. “Hayıy, gitmiceem” dedi. “Peki balıklara ne diyeyim? Onları görmeye gitmeyecek misin hiç?” dedim. Elindeki tırmığı bırakmadan ve suratıma bile bakmadan, beni kendi lafımla vurdu. “Ben onnayı uzaktan seviyoyum anne!”.

>Selin’in Kitaplığından…- 23

5 Ağu

>

Bu haftanın kitabı BENEKSİZ İNEK, Lal Kitap’tan çıkmış. Yazan Firuzan Gürbüz, resimleyen Erdoğan Oğultekin. Benek ahırdaki en benekli yavru olduğu için bu ismi almış, benekleriyle gurur duyan bir inek yavrusu. Bir gün çayırda kahverengi inek yavrusuna rastlayıp onu incitecek sözler söylüyor ve birlikte oynamayı reddediyor. Ama bir gün çitler boyanırken mavi boya Benek’in üzerine dökülüyor ve masmavi bir inek oluyor. Bu sefer de Benek’in kendisi gibi benekli diğer arkadaşları onunla alay edip oynamayı reddediyorlar. Bir tek kahverengi inek onunla oynamayı istiyor. O günden sonra çok iyi arkadaş oluyorlar.
Kitabın üzerinde hangi yaş grubuna uygun olduğu yazmıyor. Bana okumayı sökmüş olanlara uygunmuş gibi geldi. Kitabın farklı olanlarla alay etmemek üzerine kurulmuş hikayesi aslında çok daha kısa anlatılabilir ama sanki bilhassa cümleleri fazla olsun istenmiş. Kitabın sonlarında iki inek yavrusunun –ki niye buzağı denmemiş anlayamadım, aralarındaki konuşma fazla “bilgece” olmuş. Kahverengi buzağının söylediği “farklı olmak bazen güzeldir” cümlesindeki “bazen”i de anlayamadım. Neye göre, ne zaman, nasıl? Çizimlere gelince; inekler çok sevimli. Zaten inekler, bir kaç ot, böcek ve bir boyacı ustasından başka da bir şey yok.
Ben kitabı bir hayli kısaltarak okudum Selin’e. İnekleri çok sevimli buldu ve ben inek yavrusu dedikçe buzağı diye beni düzeltti. Her zaman yaptığı gibi 4-5 kere okutmadı. Bir kere okumamı yeterli buldu, ertesi gün ve sonraki gün de birer kere okuduk. Ayvalık’a geldiğimizden beri de hiç okumadık, eline alıp resimlerine bile bakmadı. Ben ayrımcılık üzerine fazla kitap olmadığı için yine de tavsiye ederim bu kitabı. Bu konudaki en esaslı kitap olan Müzisyen İnek Sırma’nın tanıtımı da yolda.

>İlk Ayrılık!

2 Ağu

>

İki gece önce bir ilki daha yaşadık. Ankara’da çekirdek aile olarak yaşadığımızdan Selin’i herhangi bir akşam mesela bir akrabamıza bırakıp sinemaya gitmemiz mümkün olamıyor. Ayvalık’a vardığımızda her yerde Sertab Erener konserinin afişlerini görünce gidelim dedik ama bilet almakta çok geciktik. Hatta Teo’nun kuzeninin oğlu Osman olmasaydı gidemeyebilirdik. Neyse biletler alındı, ayarlamalar yapıldı ve Selin’i babaannesiyle dedesi gelip aldılar, Sarımsaklı’ya götürdüler. Ben akşam uyumamazlık etmesin diye gündüz uykusuna yatırmadığımdan taksiye bindiğimizde gözlerini açık tutmak için olağanüstü gayret sarf etti meleğim. Bu arada takside yola babaanne ve dedeyle devam edeceğini, bizim taksiden inip ona bir şeyler alacağımızı ve uyumadan önce gelmeye çalışacağımızı anlattım. Pek ilgilenmedi. Uykusuzluktan anlamadı galiba, tam inerken arıza çıkaracak diye beklerken bize el salladı. Biz Açıkhava tiyatrosunun önüne gelip indik, onlar devam ettiler. İlk kez bizden ayrı bir gece geçireceği için Teo da ben de heyecan içindeyiz ve 3,5 atıyoruz. Konser ilan edilen saatten biraz daha geç başladı, Sertab Erener her zamanki gibi şahaneydi, yeni albümünü çok beğendik ve almaya karar verdik filan filan… Konser başlamadan kızımızı bir arayalım dedik. Sevinç çığlıklarını duyduk, rahatladık. Konser bitince aradığımızda ise çoktan uyumuşlardı, yine rahatladık. Buraya kadar hiç bir şey yok tabii.
Sabah olup telefona sarılınca kızımızın ‘bir kere bile’ tekrar ediyorum ‘bir kere bile’ bizi sormadığını şaşırarak öğrendik. Valla ben şahsen şaşırmaktan ziyade fena halde bozuldum. Yani daha önce bir sebepten Selin’i tam 6 saat süreyle Binbir Çiçek’te bırakmıştım ve o zaman da sormamıştı ama bu sefer gece de birlikte değildik. Elbette ağlamasını filan istemem, beklemem de ama hani yani bir kerecik olsun da annem babam nerde demez mi bir çocuk? Hayır! Bizimki dememiş. Peki, madem sormamış, bizde kendimizi pazara vuralım bari deyip haftalık alışverişimizi yapmaya gittik. Döndüğümüzde bahçede oturup bizi beklerken bulduk. Beni görür görmez kollarını açarak koşmaya başladı meleğim. Kucağıma alıp sarıldığımda sıkı sıkı boynuma sarıldı ve uzun süre öyle kaldı. Sonra babasının kucağından inmedi uzun bir süre.
Babaannesi uyumadığını söylediğinde babası yukarı çıkarıp uyutmayı denedi. Ben bir taraftan mutfakta aldıklarımızı dolaba yerleştirmeye çalışıyorum, bir taraftan da uyudu mu diye seslerini dinliyorum. Kısa bir süre sessizlik oldu. Ben tam “hah, tamam uyudu nihayet!” derken “Ey ahali!” tadında bir seslenişle “ben kaktım, ben kaktım” diyen sesini duydum meleğimin. Merdivenin başında durmuş bekliyor. Ben de yanına çıktım ve “baban nerde?” diye sordum. “Baba uyuyoy, ben kaktım” dedi gülerek. Sonrası…babayı uyandırdık, mayoları giyip denize gittik. Valla biz taksiden inerken ağlamamıştı ama babaannesiyle Sina dedesi giderken epey ağladı. Hepi topu 2-3 dakika sürdü ama ‘beni kederimle yalnız bırakın’ edasıyla hem ağlayıp hem de hızlı hızlı yürüyerek yanımızdan uzaklaşmaya çalışması görülmeye değerdi:)